İnsanoğlunun beslenme, barınma ve korunma gibi temel ihtiyaçlarını karşılama içgüdüsüyle başlayan toplama/biriktirme isteği, siyasal güç ve başarının kanıtı, sınıf üstünlüğü ve gösterişin bir simgesi olarak farklı ve güzel olanı da talep etmeye başlayınca, yüzyıllar içinde, her türlü nesne ve sanat eserini içeren büyük bir birikim oluşmuştur. Bu birikimin temelinde yer alan toplama etkinliği, belli bir amaca yönelik, düzenli ve sistemli bir eyleme dönüştüğünde, önce koleksiyonların sonra da günümüz müzelerinin çekirdeğini oluşturmuştur.
Müzelerin amacı; insanlığın doğal, sanatsal, bilimsel ve kültürel değerlerini halka ve gelecek kuşaklara aktarmak üzere toplamak, bilimsel yöntemlerle değerlendirerek bilginin gelişmesi ve yaygınlaşmasını sağlamak ve toplumun gelişmesine katkıda bulunmaktır. Uluslararası Müzeler Konseyi (ICOM), müzeyi: “insan ve yaşadığı çevrenin somut ve somut olmayan mirasını inceleme, eğitim ve zevk alma amacıyla toplayan, koruyan, araştıran, ileten ve sergileyen, toplumun ve gelişmesinin hizmetinde, halka açık, kar düşüncesinden bağımsız, sürekliliği olan bir kurumdur” şeklinde tanımlamaktadır.
Müzeciliğin Tarihsel Gelişimi
Müze kelimesi, köken olarak Yunan mitolojisindeki Mouseion’dan gelir. Yunan mitolojisinde Mouseion; müzlerin yaşadığı yer, müzlere adanmış olan anlamındadır. Bu terim, antik Yunan’da tapınak, dağ, kır, bahçe gibi mekan ya da festival, şenlik, kitap vb. şeyler için de kullanılmıştır. Müzler (Musalar) ise, esin perileridir. Baş tanrı Zeus ile bellek tanrıçası Mnemosyn’in kızlarıdır. Dokuz kardeştirler ve dokuz müzden her biri, ayrı bir yaratıcı uğraşı temsil eder, korur ve ona esin kaynağı olur.
Neolitik dönemden itibaren; Anadolu, Eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının mezar yapılarında, saray ve konutlarında kutsal eşyaların, hazinelerin, değerli kapların, silahların, aletlerin, ganimet eserlerin toplanması, sergileme ve koleksiyonculuğun çok köklü bir geçmişi olduğunu gösterir.
Romalı orduların ganimet olarak getirdiği Yunan heykellerinden koleksiyonlar oluşturma ve eser kopyalamaları, kültürlerinin bir parçası haline gelmiş hatta Grek heykellerinin bir araya toplanmasını, yani “Pinakothek” sahibi olmayı Romalılar onur saymışlardır.
Modern müzenin ilk prototipi olarak tanımlanabilecek örneklerin, antik Yunan döneminde ortaya çıktığı görülür. İlk kez Antik Yunan döneminde değerli eşyaların, sanatsal objelerin, ganimetlerin, kutsal eşyaların toplandığı theauros/theasuri denilen hazine binaları yapılmıştır.
Yine Antik Yunan döneminde, MS 2. yüzyılda yaşamış olan coğrafyacı ve yazar Pausanias, Periegesis tes Hellados (Yunanistan’ın Tasviri) adlı eserinde Atina Akropolü’nde pinakothek adı verilen ve içinde dönemin ünlü sanatçılarının eserlerinin sergilendiği, halka açık bir resim galerisinin yer aldığından söz etmiştir.
Yazının ve yazı gereçlerinin gelişmesiyle, bilginin depolandığı kütüphaneler oluşmaya başlamıştır. Örneğin; Büyük İskender’in ölümünden sonra Mısır’ı yöneten general I. Ptolemaios Soter Philadelpos (MÖ 367-283), İskenderiye’de sarayının bir bölümünde mousaion ve kütüphaneden oluşan bir merkez kurmuştur. Çeşitli bilimsel aletlerin, sanat eserlerinin sergilendiği, korunduğu, tartışma ve konferans salonlarının yer aldığı ve gözlemevi gibi birimlerin olduğu önemli bir bilim merkezi haline gelen bu bina, günümüzdeki müzelerden farklı olsa da müze kavramının oluşmaya başladığını gösteren en eski örneklerden biri olarak kabul edilmektedir.
Anadolu’daki en erken örnek olan, Bergama’da bulunan Pergamon Kütüphanesi de büyük bir koleksiyon oluşturmuştur. Strabon, yapının II. Euamenes zamanında, İÖ 3. yüzyılda tamamlandığını belirtmiştir. Pergamon Kütüphanesi’nde, kitapların yanında birçok heykel de sergilenmiştir. Kütüphanede, Homeros ve Halikarnassos’lu Herodot gibi birçok bilginin heykel ve büstleri bulunmaktaydı.
Orta Çağ’da genel olarak; ganimetlerden, kilise ve manastırdaki değerli eşyalardan, kral ve prenslerin hazinelerinden oluşan koleksiyonlardan söz etmek mümkündür. Özellikle okuma yazma bilmeyen halk için hazırlanan, İsa’nın ve azizlerin hayatı ile İncil’den sahnelerin yer aldığı resimler ve heykeller, el yazmalar, kutsal emanetler, azizlerden kalma değerli eşyalar, manastır ve kiliselerde zengin koleksiyonların oluşturulmasını sağlamıştır.
Antik çağlardan Rönesans’a kadar hazine niteliğinde büyük bir birikimden söz edilebilse de bugünkü anlamıyla koleksiyon kavramı, Rönesans düşüncesinin bir ürünüdür. Rönesans hümanizminin, müze koleksiyonları için esas zemini yaratmasının temel nedeni; bu dönemin, değerli ve merak uyandıran nesnelerin toplanması ile oluşmuş hazinelerden, belirli entelektüel ortam içinde bir araya getirilip korunmakta olan nesneler anlamındaki müze koleksiyonculuğuna geçişe olanak sağlamasıdır.
Modern müzeye giden yolda birer basamak olan bu mekanlar, önce stüdyo sonra da kabine (merak kabineleri) olarak adlandırılmışlardır.
Stüdyo; ilk örnekleri Fransa’da görülen daha sonra Germen toprakları ve İtalya’da yaygınlaşan; koleksiyonun ya da bir parçasının korunmaya alındığı, mücevher kutusu niteliğinde, mimari değeri olan, sahibinin kültür anlayışına göre düzenlenmiş, herkesten uzak, düşünmeye ve çalışmalara adanmış özel ve ayrı mekandır.
Stüdyoların ardından, modern sergileme gereksinimlerini dikkate alan modelleriyle galeriler, modern müzeye bir adım daha yaklaşır. Ziyaretçilere daha rahat dolaşım olanağı sunmak ve aynı zamanda denetimi kolaylaştırmak üzere tasarlanmış, koleksiyonun algılanmasında ışığın etkisini dikkate alan, nesne ve eserlerin düzenlenmesinde özel bir yerleştirme planının benimsendiği bu galeri modeli, ilk kez 16. yüzyılda, Floransa’da Galleria degli Uffizi’de uygulanmış ve 16. yüzyıldan itibaren tüm Avrupa’da yaygınlaşmıştır.
Aynı dönemde Avrupa’da bitki türleri, mineraller ve hayvanlar üzerinde, tıp ve eczacılık konularında özel çalışma eğilimini ortaya koyan; laboratuvar, dershane ve kütüphane işlevlerini aynı anda gören; doğa tarihi ve sanat koleksiyonlarından oluşan pek çok kabine oluşturulmuştur.
Bilimsel araştırmaların bir parçası olarak ortaya çıkan anatomi, eczacılık, tıp, botanik, zooloji ile ilişkili koleksiyonlar, eğitim alanında ortaya çıkarken nadire kabineleri de kişisel ilgiye ve zevke göre çeşitlenen araştırma koleksiyonları olarak yayılmış, bugünkü anlamda bir koleksiyon oluşumu bu dönemde gerçekleşmiştir. İlk kez 15-16. yüzyıllardan Fransa’da görülmeye başlayan kabineler, daha sonra diğer Avrupa ülkelerinde de yaygınlaşmıştır.
Örneğin; İtalyan bilim adamı Ulisse Aldrovandi (1522-1605), binlerce parçadan oluşan (kuş yumurtaları, boynuzlar, bitkiler, hayvanlar vs.) koleksiyonundan doğa kitapları derlemiştir.
Böylece bir yandan koleksiyonlar çeşitlenirken bir yandan da kendileri için bir kabuk oluşturan mekanlar ve bu mekanların işlevleri, giderek farklılaşmış ve modern müzelerin öncüleri ortaya çıkmıştır. Stüdyolar, merak kabineleri, doğa tarihi kabineler ve galeri gibi mekanların tümü, müzenin tarihi evrelerini oluşturan basamaklardır.
17. yüzyıl, müzecilik kavramının oluşması açısından farklı bir başlangıç oluşturur. Koleksiyonların çeşitlenmesi ile birlikte, topluma açık olmayan bu birikim, zevk objeleri olmaktan çıkarak, toplumsal paylaşıma ve bilgi aktarımına yönelik olarak değerlendirilmeye başlar. Bu anlayışın ilk örneği, Elias Ashmole’ün, dönemin koleksiyonculuk anlayışını yansıtan özel koleksiyonunu Oxford Üniversitesine bağışlamasıyla ortaya çıkar. Böylece toplumsal bir mekan olarak üniversite kapsamına giren özel bir koleksiyon, ilk kez halkın görüşüne ve kullanımına açılmıştır. İngiltere’deki Ashmolean Müzesi’nin temeli olan bu koleksiyon, bazı kaynaklara göre ilk müze olarak da anılır.
18. yüzyıl ise, müzeyi kurumsallaştırmaya götüren sosyal, kültürel ve siyasi gelişmeleri ile müzecilik alanında yeni bir dönem açar. Müzeciliğin başlamasının yanı sıra antikacılık ve koleksiyonculuk yaygınlaşmış, Londra’da birçok müzayede evi açılmıştır. Kronolojik olarak bağlı olduğu kültüre, coğrafyaya göre düzenlenen, ayrıştırılan koleksiyonlar ve arşivle 1789 Fransız Devrimi sonrası- ilk kez halka açılmaya başlanmış, dolayısıyla gerçek anlamda müzeler ortaya çıkmıştır. 18. yüzyılda müzeler, her kesimden insana hitap eden kurumlar haline getirilmiştir.
Çağın önemli girişimlerinden biri, İngiltere’de British Museum / British Müzesi’nin kurulmasıdır. Doktor ve koleksiyoncu Hans Sloane (1660-1753), İngiliz kralı ve parlamentosuna yaptığı öneriyle, koleksiyonunu İngiliz ulusuna bırakmıştır. Bu koleksiyon, Londra-Bloomsbury’de bulunan Montagu malikanesinde, Ocak 1759’da British Museum adı altında halka açılmıştır.
British Müzesi’nin açılışından sonra, diğer Avrupa merkezlerinde de ardı ardına başka müzeler açılmıştır. Örneğin; ilk özel sanat müzesi olarak tanımlanan ve 1764 yılında II. Katerina tarafından kurulan (1852’de halka açılmıştır) St. Petersburg’daki Hermitage Müzesi (Ermitaj Müzesi).
Küratör Christian von Mechel (1737-1817) öncülüğünde 1784’te açılan Viyana Belvedere Sarayı da önde gelen müzelerdendir.
İmparatorluk koleksiyonlarının halka açıldığı Fransız Devrimi sonrası açılan Louvre Müzesi, kendinden sonra dünyadaki birçok müzenin yapılandırılmasında örnek olmuştur. 1793 tarihinde, Paris’te imparatorluğa ait Louvre Sarayı, yeni düzenin yani Cumhuriyet’in müzesi olarak düzenlenip, Louvre Müzesi (Le Musee du Louvre) adıyla halka açılmıştır.
19. yüzyılda sadece Avrupa’da değil, Avrupa dışındaki ülkelerde de çok sayıda müze açılmıştır. Özellikle Fransız Devrimi sonrasında yayılan ulusçuluk hareketleri sonucunda, her ulus kendi tarihini araştırma ve bunu antik dönem medeniyetlerine dayandırma yönünde bir tarih yazma sürecine girdiğinden tarih müzeleri yaygınlaşmıştır.
1823 ile 1830 yılları arasında, Prusya kraliyet ailesinin sanat koleksiyonunu sergilemek amaçlı kurulan ve 1845 yılına kadar Kraliyet Müzesi olarak bilinen Berlin’deki Altes Müzesi:
1872 yılında New York’ta açılan Metropolitan Sanat Müzesi (MET), bu yüzyılda açılmış önemli müzeler arasındadır.
20. yüzyılın başında, Avrupa ve Amerika’da çağdaş sanat müzeleri; ikinci yarısında ise, endüstriyel gelişmelerin etkisiyle bilim ve teknoloji müzelerinin sayısında artış olmuştur. Örneğin; 1919 ile 1949 yılları arasında, sanatçı ve küratör Andry-Farcy, yaptığı çalışmalarla Fransa’da daha önce kurulmuş olan Musee de Grenoble’i, ülkenin ilk modern sanat müzesi haline getirmiştir.
Bu dönemde müzecilikle ilgili değişimler, müze mimarisine de yansımış ve mimarlar için müze tasarlamak, prestijli bir görev olarak yarışılan işlerden biri haline gelmiştir. Örneğin; ünlü çağdaş mimarlardan Zaha Hadid’in yaptığı MAXXI (Ulusal 21. Yüzyıl Sanatları Müzesi), mimarisiyle dikkat çeker.
Günümüzde müzeler; pedagojik, sosyolojik ve psikolojik içerikler edinmiş, hatta “Müzeoloji” adıyla üniversitelerde bağımsız bir bilim dalı kimliğine kavuşmuştur. Doğal oluşumu içerisinde, önceleri tarihi yapılarda koleksiyonlarını koruyup sergileyen müzeler, giderek çağdaş müzecilik anlayışı ile yeniden yapılanmış, bunun ötesinde saklayacakları eserlere göre tasarımı yapılmış yeni binalarda yer alan yaygın eğitim kurumları durumuna gelmişlerdir.
Yararlanılan Kaynaklar
- AOF Yayınları – Müzecilik ve Sergileme
- Vedat Keleş – Modern Müzecilik ve Türk Müzeciliği
- Derya Pekgözlü Karakuş – Müzelerde Uygulanabilecek Müze Eğitim Etkinlikleri