Kapadokya adı, Perslerin bölgeye “Güzel Atlar Ülkesi’’ anlamında verdikleri “ Katpatuka’’ adından gelmektedir. MS 1. yüzyılda yaşayan Plinius ise, Kapadokya adının, Kızılırmak’ın kollarından biri olan “Kappadoks” adından (Delice Irmak) türediğini ileri sürer.
Bölgenin tarihi, bilinen en eski kaynaklara göre, Asur ticaret kolonileri ve Hitit dönemi çağına kadar gitmektedir. Bölge, en parlak çağını Bizans döneminde yaşamıştır. Orta Anadolu Bölgesi’nin Kapadokya kesiminde yer alan, MÖ 9 ve 8 bin yıla tarihlenen Aşıklı Höyük, bölgenin en eski yerleşim bölgesidir.
Melendiz Nehri kıyısına yerleşen “Aşıklılar”, yaklaşık bin yıl süren iskan sonunda, MÖ 8 bin yılının sonunda, henüz bilmediğimiz bir nedenden ötürü yaşadıkları yeri terk etmişlerdir. Aşıklı Höyük’te yapılan arkeolojik çalışmalar, Kapadokya bölgesinin kerpiçten yapılmış ilk mahallelerini ortaya çıkarmıştır.
Asur ticaret kolonileri çağında bulunmuş olan Kapadokya tabletleri, o dönemde bölgenin var olduğunu kanıtlar. Anadolu’nun gerçek yazılı tarihini anlatan en eski belgelerden biri, Asur ticaret kolonilerinden kalmış olan Kapadokya tabletleridir.
MÖ 1200 yıllarında Hitit egemenliğinin sona ermesinden sonra bölge, MÖ 700-650 yıllarında Kimmerlerin daha sonra Medlerin, MÖ 585 ile MÖ 350 arasında ise, Perslerin hâkimiyeti altına girmiştir. Eski Pers dilinde Katpatuka olarak adlandırılan Kapadokya bölgesi, “Cins (Güzel) Atlar Ülkesi” anlamına gelmektedir.
Makedonya Kralı İskender, MÖ 334 ve 332’de Pers ordularını bozguna uğratarak, Pers İmparatorluğu’nu yıkmıştır. MÖ 188 yılında Roma İmparatorluğu’nun sınırları içinde kalan bölge, Tiberius döneminde (MS 17-37) Roma eyaleti statüsü kazanır.
MS 17’de Roma’nın bir eyaleti olan Kapadokya’nın başkenti Mazaka’nın adı, İmparator Augustus tarafından Kayseri (Kaisareia) olarak değiştirilmiş, Konstantin döneminde ise, Doğu Roma İmparatorluğu’nun bir parçası haline gelmiştir.
2. yüzyılın sonuna doğru, Kayseri (Kaisareia) ve Malatya’da (Melitene) Hristiyan toplumların varlığı bilinir. 4. yüzyılda önemli bir dini merkez olan bölge, İmparator Valens döneminde “Kapadokya I ve II” olmak üzere ikiye ayrılır. Bu dönemde Nazianzus’lu Gregorius, Basileos ve Nyysa’lı Gregorios gibi din adamlarının bölgedeki etkinlikleri sürmektedir. MS 451 yılında Kadıköy (Kalkhedon) Konsülüne katılan Kapadokyalı rahiplerin olması, 5. yüzyılda yerleşik bir kilisenin var olduğunu gösterir.
MS 5 ve 6. yüzyıllarda Kapadokya, Hunlar ve Isaurialıların akınlarına maruz kalır. I.Anastasios (492-518) ve Justinianos (527-565) dönemlerinde birçok şehrin surlarla çevrildiği, eski surların onarıldığı ve Kamuliani ve Viranşehir (Mokisos) gibi yeni yerleşim yerlerinin kurulduğu bilinir. MS 7. yüzyıl başlarında bölgeye akın eden Sasaniler, MS 605 yılında Kayseri’yi ele geçirirler.
622 ve 627 yılları arasındaki savaşlardan sonra, İmparator Herakleios (610-641) döneminde, 628 yılında Perslerle bir anlaşma sağlanır. İmparator Herakleios, Anadolu’yu büyük askeri bölgelere ayırır ve Kapadokya’nın içerdiği iller, Roma’lı askerler tarafından yönetilir.
Bizans’ın ilk yıllarında bölge, sakin bir dönem yaşamıştır. İmparatorluğun sınırlarının Kafkasya’ya kadar uzandığı düşünülürse, Kapadokya ve çevresi, coğrafi bakımdan merkez durumundadır. Bölge halkı, bu dönemde Helen-Roma fikirlerinden ziyade İran’ın etkisi altında kalmıştır. Doğu’dan güçlü Arap ve Sasani akınları başlamış, İmparator Herakleios, Anadolu’nun önemli kısmını askeri eyaletlere ayırmıştır. Kapadokya da bu eyaletlerden biridir. İmparatorluğun doğu bölgelerinin işgal altında kaldığı, Kudüs’ten kaçırılan Hakiki Haç’ın geri alınarak tekrar Kudüs’e götürüldüğü, savaşların aralıksız devam ettiği bu kargaşa döneminde Derinkuyu ve Kaymaklı gibi düz ovalarda yaşayan halk, yeraltı şehirlerine, dağlık kesimlerde yaşayanlar ise, kaya kilise ve hücrelere sığınmıştır.
Kapadokya bölgesi, 7. yüzyıldan itibaren Arap akınlarına uğrar. Arap tehdidi altındaki bölgedeki şehirler, Bizanslılar ve Araplar arasında sık sık el değiştirir. 646 yılındaki ilk Arap akınında, Kayseri işgal edilir. İkinci akında (640-800) birçok şehir gibi, Kemerhisar (Tyana), Sivas (Sebasteia) ve Kayseri tekrar alınır. 10. yüzyılda Arap akınlarından korunmak amacıyla Kapadokya Bölgesi, ’’Thema’’ statüsüne getirilir. 10. yüzyıl ortalarından, 11. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar, Kapadokya’da barış ve refah vardır.
11. yüzyılın ortalarına doğru, Anadolu’da Selçuklu izleri görülür. 1071 yılında Romanos Diogenes’in Selçuklu hükümdarı Alparslan’a yenilmesi ile birlikte Anadolu’da yeni bir dönem başlar. 1080 yılında Süleyman Şah, Konya’yı başkent yapar ve 1082’de Kayseri Türklerin eline geçer. Birçok şehirde imar faaliyetleri başlatılarak, Anadolu’da Selçuklu şehirlerinin temeli atılır. Bu dönemde Bizans ve Selçuklu Devleti arasında birçok muharebe gerçekleşir.
Selçuklu Türklerinin yönetim ve din politikalarındaki hür yaklaşımıyla, Hristiyanlar ibadetlerine devam ederler. Kapadokya bölgesi, jeopolitik önemini korur. Nevşehir ve yöresi, 1176 yılındaki fetihten itibaren Anadolu Selçuklularının elinde kalmıştır. Nevşehir yöresine yerleştikten sonra Hristiyanlarla beraber yaşamaya başlayan Türkler, bu bölgeye “sağlam yapılı” anlamına gelen “Muşkara” ismini vermişlerdir.
12. yüzyılda ise, Kapadokya ve Anadolu’nun diğer kısımlarında Haçlı orduları ile Türkler arasında savaşlar gerçekleşmiştir. Baskınlarla zayıflayan devlet, 1204 yılında teslim olur ve İstanbul Haçlıların eline geçer. 1210-1211 yıllarında Menderes (Meander) Nehri’nin kenarındaki Antiokheia’da, Selçuklular ile savaşan İznik İmparatorluğu’nun zaferi sonucu, I.Gıyaseddin Keyhüsrev şehit düşer. Böylece İmparator I.Theodoros Laskaris, otoritesini Kapadokya’ya kadar genişletir. 1237-1246 yılları arasında tahtta bulunan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, ülke yönetiminde başarılı olamaz. 1243’ deki Kösedağ Savaşı’nda Moğolların artan baskısı ve ağır vergileri yüzünden Anadolu halkı, büyük zorluk çeker. Kösedağ yenilgisi ile Anadolu Selçuklu Devleti yıkılışa doğru giderken; Moğollar, Muşkara ve yöresini ele geçirerek üs olarak kullanmışlardır. Taht kavgaları ile Anadolu Selçukluları 1318 yıllarında yıkılınca, Anadolu beylikler dönemi başlamış, bu dönemde Nevşehir ve yöresine Eretna Beyliği ve Kadı Burhaneddin Hükümeti, Karamanoğulları ve Dulkadiroğluları Beyliği hâkim olmuştur. Bölgede 12-13. yüzyıllarda, Türk ve Hristiyan toplulukları birlikte yaşamışlar ve dinsel etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Türkler, Anadolu’yu fethettiğinde Patriklik, otoritesini Kapadokya kiliselerinde devam ettirmiş, metropolit ve piskoposlar görevlerine devam etmişlerdir. Ancak 14. yüzyıldan itibaren Kapadokya’da din adamlarının azalmaya başladığı ve manastır bütünlüğünün bozulduğu düşünülmektedir . Anadolu Selçuklu Devleti’nin ortadan kalkmasının ardından, Kapadokya’ya hâkim olan devlet ve beylikler sırasıyla; İlhanlılar, Eretna Beyliği, Karamanoğulları ve Osmanlı Devleti’dir. 1318 yılında Orta ve Doğu Anadolu’nun İlhanlı Devleti’nin vilayeti sayılmasıyla birlikte Kapadokya, İlhanlı Valisi Timurtaş’ın yönetimine verilmiştir. Timurtaş, 1322’de İlhanlılara karşı bağımsızlığını ilan edince, 1327’de öldürülmüştür. Bundan sonra bölgede, İlhanlıların komutanlarından Eretna Bey’in yönetimi başlamıştır. 1340’tan 1365’e kadar Bağımsız Eretna Beyliği (İlhanlılardan bağımsız) bölgenin hâkimi olmuştur. Eretna Bey’in ölümüyle, beyliğin başına çocuk yaştaki yöneticilerin geçmesi, Karamanoğulları’nın işine yaramış, Kapadokya bölgesinin de içinde bulunduğu topraklar, 1365’te Karamanoğlu Alâeddin Bey tarafından ele geçirilmiştir. Osmanlı Hükümdarı I. Beyazıt, aynı yıl Karamanoğulları beyliğine son vermiş ve Kapadokya yöresini Osmanlı topraklarına katmıştır.
Kapadokya Bölgesi, Osmanlı döneminde de oldukça sakindi. Nevşehir, Damat İbrahim Paşa dönemine kadar Niğde’ye bağlı küçük bir köydü. 18. yüzyıl başlarında özellikle Damat İbrahim Paşa zamanında Nevşehir, Gülşehir, Özkonak, Avanos ve Ürgüp’te imar hareketleri gelişmiş; camiler, külliyeler, çeşmeler yaptırılmıştır. Osmanlı’da dirlik sisteminin bozulması ve yaşanan Celali isyanları, Kapadokya bölgesini de etkilemiştir. Osmanlı döneminin ilk yıllarından 17. yüzyıla kadar, Kapadokya bölgesinin en önemli merkezi Ürgüp olmuştur. Kapadokya yöresi, Milli Mücadele yıllarında mütarekenin belirlediği paylaşım alanlarının dışında kaldığı için önemli bir olaya sahne olmamıştır.
Kapadokya Bölgesi Coğrafyası
Erciyes ve Hasan Dağı’nın bölgede bulunması sebebiyle volkanik bir yapıya sahip olan Kapadokya, önemli bir yerleşim bölgesi olup sınırları; batıda, Galatya ve Lykaonia; kuzeyde, Pontus; güneyde, Commagene; doğuda ise, Armenia ile sınırlanır.
Günümüzde Kırşehir, Nevşehir, Aksaray, Niğde, Kayseri ve Malatya illerinin tümünü, Ankara’nın doğusunu, Yozgat ve Sivas’ın güneyini, Adana’nın ise kuzey bölümlerini kapsar. Aksaray (Kolonea), Nevşehir (Muşkara), Kayseri (Kaisareia) ve Niğde’nin (Nahida) coğrafi, jeolojik ve tarihi özellikleri ile “Çekirdek Kapadokya”yı oluşturduğu bilinmektedir .
MS 1. yüzyılda yaşayan Strabon, bölgeyi tanıtırken ateş kuyularından ve geniş volkanik araziden bahseder. Bölgedeki yanardağ kütleleri, 60 milyon yıl önce Üçüncü Jeolojik Devir başında oluşur. Erciyes, Hasandağ, Göllüdağ, Melendiz Dağları, volkanik faaliyetlerine 10 milyon yıl önce başlamış, hareketlilikleri çağlar boyu sürmüştür. Erciyes ve Hasan yanardağlarının püskürttüğü lavlar ve küller, büyük bir alanı kaplamıştır. İki büyük dağın arasındaki ve kuzeyindeki araziye, volkanik bir örtü yayılmıştır. Bu örtü, altta bazalt içeren sağlam bir kabuk ve üstünde betonlaşmış volkanik küllerden meydana gelen çok dirençli tüf ve kaya tabakası oluşturmuştur. Bölgedeki bitki örtüsü kalkmış, iklim değişmiş, gece-gündüz sıcaklık farkları artmış, bazalt kabuk çatlamıştır. Zamanla bu çatlakların arasına biriken yağmur suları, kabuğu oyarak bölgenin görünümünü değiştirmiştir. Ayrıca küçük kum ve toz parçalarını taşıyan rüzgar, önüne çıkan tepeleri, alttaki sert tabaka ortaya çıkana kadar aşındırarak, yassı ve sivri kaya tepecikleri olan “peri bacalarını” oluşturmuştur.
Yapım sürecindeki kolaylığın yanı sıra, büyük tüf bloklarının içine oyulan mekanlar, iklim ve ısı farklarının büyük olduğu İç Anadolu bölgesinde, kışın soğuktan yazın ise sıcaktan koruma bakımından eşsiz bir yalıtıma sahiptir. Siyasal otoritenin bölgede sık sık zayıflaması ve bölgenin dış saldırılar karşısında savunmasız kalması gerçeği de, savunulması daha kolay olan bu kaya yapılarının önemini arttırmıştır.