Doğu müziğinde kullanılan nefesli bir saz olan neyin, doğu felsefesindeki sembolik anlamı bir müzik aleti olmanın ötesindedir. Konuya girmeden önce felsefenin doğu-batı ayrımı üzerindeki görüşlerini özetleyelim. Bu, felsefenin sistematik bir disiplin olduğu zamandan sonra yapılmış bir ayrımdır. Hiç şüphesiz antik çağ filozofları, ister Hint, ister Mezopotamya, ister Mısır, isterse Yunan kökenli olsun kendilerini doğulu ve batılı olarak görüyorlardı.
Endülüs’te yaşamış bir filozof Aristo’yu kendisinden farklı olarak “batılı” görmemek bir yana, Aristo’yu Hıristiyan Avrupa’dan daha çok kendine yakın görmekteydi. Gerçek de budur. İtalyanlar ne kadar Romalıysa, antik çağ felsefesi de o kadar doğulu ya da batılıdır. Bu bakış açısını felsefeyi doğuran insan düşüncesi ve insan düşüncesinin ürünü olan bilim ve sanat için de genelleyebiliriz. Bu genelleme müzik ve müzik aletleri için de yapılabilir.
Ney, en basit yapılı sazdır. Prensip olarak içi boş bir boruya delikler açılmak suretiyle oluşturulan perdelerden ibarettir. Üflenerek çalınır. İçi boş boru olarak tahta, kemik, pişmiş toprak, maden gibi değişik malzemeler kullanılmış olmakla beraber çağlar boyunca yaygın olarak doğada en çok bulunan “kamış” kullanılmıştır.
Antropolojik araştırmalar sonucu 35.000 yıl önce yapılmış, hayvan kemiğine açılmış deliklerden oluşan bir müzik aleti bulunmuştur. Üflemeli çalgılar Mezopotamya kaynaklarında sıkça geçer. Yazılı kaynaklarda üflemeli çalgılara genel olarak Sümerce GI, Akkadça QANÜ adı verilmektedir. Bu isimler, kargı ve ney sözcüklerinin öncülü olabilir. Bu aletlerin özelliği tek bir kamıştan oluşur ve hava doğrudan kamışın içine üflenir. Eski Babil devrine ait kabartmalar arasında nefesli saz çalan müzisyenler bulunmaktadır. Mezopotamya’nın diğer bir üflemeli aleti bir çift kamış veya borudan oluşan çalgıdır. Bu kamışlar farklı uzunluk ve kalınlıktadır, muhtemelen daha zengin ve farklı akortlarda bir seslendirme elde etmek için kullanılan bir yöntemdir.
Hitit metinlerinde de Mezopotamya kaynaklarından bilinen uzun kamışın üflemeli çalgı olarak adı geçer. Mısır’da eski krallık dönemine ait tasvirlerde neye benzeyen yaklaşık bir metre boyunda, doğrudan doğruya ağızdan üflenerek çalınan bir çalgı görünür. Bu alet daha sonraki dönemlere de değişmeden ulaşmıştır.
Yunan mitolojisinde üflemeli çalgıların daha sonraki felsefelere uzanan hikayesi ilginçtir. Tanrıça Athena ormanda dolaşırken çift borulu bir kemik bulur. Buna delikler açarak bir kaval elde eder. Bu icadını Olimpos’ta toplanmış olan Tanrılar’a sunar. Kendisini dinleyen Tanrıçalar’ın gülüşmesi üzerine şaşırır. Daha sonra kavalını berrak bir su kenarında çalınca yüzünün komik bir hal aldığını görür ve niçin gülüştüklerini anlar. Harikulade güzellikteki müzik, müzisyeni çirkinleştirmektedir. Bunun üzerine kavalı uzaklara fırlatır ve arkasından bir lanet okur: “Kim ki bu kavalı çalarsa talihsizlik onun yakasını bırakmasın. ”Fakat oradan geçen Satir Marsyas bu kavalı bulur ve çalmaya başlar. Civardaki köylüler, çıkan Tanrısal melodileri duyup hayran olurlar ve “ Bu kadar güzel bir müziği ancak Müzik Tanrısı Apollon yapabilir “ derler. Bu söz üzerine Tanrı Apollon, Olimpos’ tan aşağı iner ve Marsyas’ a bir yarışma yapmayı teklif eder. Kendisi de lirini çalacaktır. Sanat ve Bilim Tanrıçaları “Musa’lar”ın jüri olduğu bir yarışma yapılır. Bu yarışmada hangisinin iyi olduğuna karar veremezler. Bunun üzerine Apollon liri sol eliyle çalar ve çalarken şarkı söyler. Apollon’ un yaptığını yapamayan Marsyas yarışmayı kaybeder.
Bu öyküyü, Frigyalılar şu şekilde efsaneleştirmişlerdir. Apollon ile Marsyas’ın yarıştıklarını gören Kral Midas, Marsyas’ın tarafını tutar ve Apollon’un birinci gelmesine itiraz eder. Bunun üzerine Apollon tarafından cezalandırılarak kulakları eşek kulaklarına çevrilir. Midas’ın külahına gizlediği kulaklarını berberi görür. Bu sırrı korkudan kimseye söyleyemez ve bir gün bu sırrın ağırlığından kurtulmak için açtığı bir çukura “Midas’ın kulakları eşek kulakları!“ diye haykırır. Ancak bir süre sonra bu çukurun etrafında biten kamışlar rüzgar estikçe “Midas’ın kulakları eşek kulakları!” diye ses vermeye başlar ve sırrı herkes öğrenir.
Bu efsane Anadolu’ da dilden dile dolaşır ve çeşitli şekillere girer. İranlı şair Senai’nin anlattığı hikayeye göre bir padişah sırdaşına başkasına anlatmaması şartıyla bir sırrını söyler. Zamanla bu sırrı kimseye söyleyemediği için hastalanan adam, başvurduğu hekimin tavsiyesi üzerine uzaktaki bir göle gider ve sırrı haykırır. Sonraları bu gölün kıyısında biten kamıştan yapılan ney, padişahın sırrını bütün dünyaya ilan eder.
Bu efsane Hz. Ali’ ye de şu şekilde uyarlanmıştır: Hz. Muhammed, Miraç gecesi gördüklerinin etkisiyle içine düşen aşk ateşine dayanamaz ve sırrını Ali’ ye anlatır. Aynı aşk ateşiyle yanmaya başlayan Hz. Ali, sırrı bir kör kuyuya açar. Bir gün peygamber çevresindekilerle gezinirken kulaklarına Hz. Ali’ye anlattığı sırrın sözleri gelir. Kuyunun içinden yükselen bir kamış rüzgarda sallandıkça sırrını söylemektedir.
Ney, en yüksek sembolik ifadesini tasavvuf düşüncesinde bulmuştur. Tasavvuf fikrinde ney doğrudan insanı sembolize eder. Öyle ki neyin yedi deliği insan vücudundaki deliklere benzetilmiş, dokuz boğumu insanın ana rahminde geçirdiği dokuz ayla ilişkilendirilmiştir. Ney ve arif insan arasında şu benzerlikler vardır:
*Neyden âşıkane sesler çıkar, arif olan insan da âşıkane sözler söyler. Neyin sesi ve ariflerin sözleri dinleyenlerin aşkını arttırır.
*Neyin hüneri görünen cisminde değil içindedir. Ariflerin de üstün özellikleri içindedir. Neyin boyu doğru ve düzgündür, ariflerin de huyu.
*Neyin içi boş, yalnız aşkın nefesiyle doludur, arifler de kin ve nefretten uzaktır, kalbi Tanrı aşkı ile doludur.
*Ney kendiliğinden ses çıkarmaz, bir üfleyicinin nefesine muhtaçtır, arif de bir silsile içinde bağlı bulunduğu mürşit ile aynı sesi çıkaran saz gibidir.
Bu benzetmeler abartılı bir sembolizm içerir. Doğu edebiyatındaki abartılı sembolizmin bir dereceye kadar sebebi, bazı düşünürlerin engin hoşgörüsünü, tutucu olanların zorla izah etme çabasıdır. Doğu edebiyatında ve bir dereceye kadar tasavvuf edebiyatında övgüyle bahsedilen aşk, şarap, raks, musiki gibi konulara dönem dönem tutucu kişiler tarafından asıl anlamlarından farklı olarak aşırı sembolik anlamlar yüklenmiştir.
Ancak tasavvuf düşüncesinde Ney’in öyle derin bir sembolik anlamı vardır ki her türlü abartıdan uzaktır. Ney, doğrudan insanı, insanın yaşam çilesini sembolize eder. İslam inanışına göre Bezm-i Elest denilen mecliste Tanrı ruhları yarattıktan sonra “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorar. Ruhlar, “Evet, Rabbimizsin!” diye cevap verir. Bu, sonsuz coşku dolu, ruhun hazların ve mutlulukların da üzerinde olduğu; Tanrı ile beraber olduğu zamandır. Daha sonra ruh, varlık alemine gönderilir. Ruhun varlık alemine gönderilmesi, aslından kopuş, ayrılıştır. Tıpkı ana rahmindeki bebeğin ağlayarak doğması gibi. Ruh dünyada -bilerek veya bilmeyerek- sürekli aslını arar. Kendini hapsolduğu bedensel zevklere zaman zaman kaptırsa da ızdırabı yaşadığı sürece bitmez. Nihayet takdir edilen sürenin sonu, ölüm; aslına dönüş, vuslattır. Mevlana ölümü kavuşma olarak bilir. Ardından gelenler onun öldüğü geceyi “şeb-i arus”, yani gelin gecesi, düğün gecesi diye asırlardır anmaktadırlar.
İnsanın bu yaşam macerası ile neyin kamışlıktan koparılması arasında derin bir benzerlik vardır. Kamış, sazlığındayken yeşerir, boylanır, sonsuz bir neşe içindedir. Kamışlıktan koparılınca kurur, sararır. Delikleri açılır ve o zamandan sonra feryat ederek aslını arar. Neyzenin elinde dinleyenlere hasretini söyler.
Dr. Murat Derin
Yeni Yüksektepe Dergisi Sayı 38
Kaynak:http://eskisehiraktiffelsefe.org